Sevgili
Kertenkele,
Sana bu mektubu yazmak zorunda olduğum için
yazıyorum. Birazdan bana verilen süre dolacak ve ben hala bu mektubu bitirmemiş
olursam sana, yani en büyük pişmanlığıma dönüşeceğim…
Birkaç gündür
düşünüyorum seni… Daha doğrusu geçmişi. Hallaç pamuğu gibi atıyorum anıları ,
aralarından pişmanlıklar dökülsün diye. Dökülmez mi, dökülüyor elbette…Ufak
tefek tüh’ler vah’lar… Fakat bir türlü aradığımı bulamıyorum. Illa ki bir
yerlere koyduğum koskoca bir pişmanlığım vardır benimde diye düşünüyor, aklımın
dehlizlerini kurcalıyor, albümlere bakıyor, sararmış mektupları filan okuyorum.
Yok, Yok, yok…
Dedim ya, ufak
tefek şeyler çıkıyor karşıma; kırgın bir bakış, yersiz söylenmiş bir söz,
dikkatsizce atılmış bir adım mesela… Bu gün olsa aynı şeyi yapar mıydım? diye
soruyorum kendime, ‘evet! diye yanıtlıyorum çoğu kez. O zaman pişmanlıktan
sayılmaz bence… Yıllarca sağda solda tozlanmaya durmuş pişmanlıklar affa
uğruyor böylece. Kuş gibi hafifliyorum her birini azat ettikçe.
Iyı güzel de
zaman doluyor. Mektubun son satırlarında beni bir büyücü bekliyor. Beni bu
mektubun içine atan, yazmakla cezalandıran,
satır satır takip eden ve sonunda
en büyük pişmanlığımı yazmamış olursam eğer, beni ona dönüştürecek olan büyücü…
Sen öldürdüğüm
ilk hayvan değilsin oysa… Neden o kadar üzüldüm, bilmiyorum. Senden önce bir
civcivi öldürmüşlüğüm var mesela… Vurmak istememiştim. Yengemin sacda pişirip,
soğuması için yaydığı beze attığı ekmeklerden uzak durması için savurduğum sopa
çarptı boynuna. Ona vurmak değildi niyetim, korkutmak istemiştim , ama… Zavallıcık bir süre yerden kaldıramadığı
başının etrafında döndü bütün vücuduyla, sonra çırpına çırpına öldü…
Biraz üzüldüm,
sonra geçti. Yengem kızmadı bile, beceriksizliğime güldü sadece.
O da bir şey mi,
amcamla ava giderdim. Hatta amcamın sakatlanmış tazısını vurup yerine cins bir
tazı aradığı günlerde ona tazılık yapmışlığım bile var. Yeni biçilmiş buğday
tarlalarında sap yığınlarını tekmeleyerek boydan boya koşar, keklikleri
havalandırırdım. Kekliklerin kanat çırpışları arasında tüfek sesi duyulur,
ardından yediği saçmanın acısıyla sersemlemiş keklikler sap yığınlarına düşerdi
patır patır… Sıcacık olurlardı, ılık ılık kan akardı yaralarından, kalpleri
yerinden çıkacakmış gibi atardı, avucumda çaresiz çırpınırlardı bazen, bazen o
kadarına bile mecalleri olmazdı. Koşup amcama götürürdüm, başımı okşardı…
Seni öldürmek
istemedim , biliyorsun. Oyunumuzu bozmuştun. Seni gören arkadaşlarım çığlık
çığlığa bağırıp kaldırım taşlarına sıçramış sözde senden kaçmaya
çalışıyorlardı. Onlar inmiyordu, sen de gitmiyordun… Oysa ben git istiyordum.
Bahardı, güneşi yeni görmüş koca bir kışın ardından sokağa yeni çıkabilmiş ,
eğlenceli bir oyuna başlamıştık ki… Sen çıktın.
Sonrası çığlık, kıyamet, curcuna… Sen git, biz de oyunumuza dönelim
istiyordum. Elime birkaç taş alıp seni korkutmak için yarım metre uzağına fırlatmaya başladım.
Korktun. Korktun ve çok şaşkındın. Attığım ilk taşın sesiyle kaçmaya başladın
fakat sonra aniden dönüp ters yöne koşup attığım ikinci taşın altına girmeyi başardın.
Şaşkındım.
Akşam eve
geldiğimde anneme anlattım. Naptın ? dedi annem, o da senin gibi bahar
coşkusuyla dışarı çıkmış, hevesini kursağında bıraktın. Annesi de ne kadar
üzgündür, ne kadar merak etmiştir kim bilir …
Babama anlattım
bir teselli umuduyla. Dişlerinin arasından derin bir nefes alıp acıyla
buruşturdu yüzünü, ‘vah yazıkk’ dedi, gerisi gelmedi…
O gece
uyuyamadım…
İnsanoğlu kendini
avutmanın bir yolunu buluyor eninde sonunda Sevgili Kertenkele. Ben de buldum,
senin o taşı atarken seni öldürmek istemediğimi bildiğine inandırdım kendimi ve
affettim senin yerine…Her bahar düşsen de aklıma, hafif bir sızı duysam da
içimde yine de hallolmuştu bence mesele.
O kadar
hallolmuştu ki yıllar sonra yalnız yaşadığım tek odalı evime giren zavallı bir süleymancığı önce böcek
ilacıyla sersemletip sonra dördüncü kattan atmıştım da pek üzülmemiştim bile.
İnsanoğlu arsız sevgili kertenkele. Ardından ne sinekler, ne karıncalar,
böcekler… Üstelik pek çoğunu zevkle…
Bak şimdi ne
hatırladım : O tek odalı evde kalırken , yani ilk başladığımda öğretmenliğe,
sıraya koyup hediyeler alıyordum sevdiklerime. Kendi kazandığım ilk parayla
alınmış hediyeler… Kardeşlerimle başlamıştım ve sıra anneme geldiğinde gümüşten
kertenkele şeklinde bir yaka iğnesi almıştım. Bak şu bendeki pişkinliğe… Yanlış
anlama, bir kastım olduğundan değil, sen aklıma gelmedin bile…
Yazdım kurtuldum
işte.
Saat te 12:00 yi
geçmiş çoktan. Ne olacak şimdi?
Bir tuhaf
hissediyorum kendimi, dilim uyuşuyor, damarlarımdan kanım çekiliyor gibi.
Rengim değişiyor… Eyvah !... Geç mi kaldım . Bir kertenkeleye mi dönüşeceğim
yani… Yoksa bir yavru kertenkele olunca çocuklar mı taşlayacak beni? Pişman
olduğumu biliyorsun sevgili kertenkele, bu gün ki aklım olsa atar mıydım o
taşı, öldürür müydüm seni?
Değişiyorum,
kemiklerim eriyip yok oluyor sanki. Yumuşak ve sıcağım o zavallı kekliklerin
tüyleri gibi. Dönüşüyorum. Nolur beni affet kertenkele…
Hay Allah,!...
Düğmelerim
var artık,
cep
le
rim…
Dönüştüm bile…
O tek odalı evde
yaşarken babama almayı planladığım ama
geç kaldığım hırkayım şimdi işte…