Dec 10, 2011



  "Bu aralar ne okusam da Aralık ayının ruhu daraltan baskısından az biraz sıyrılsam... şöyle dertlenmeden, iç çalkantılarıyla hırpalanmadan , dudak kıyısında hafif tebessümlerle okunacak birşeyler bulsam" diyorsanız ve derin derin iç geçiriyorsanız işte size kitap.
Psiko-absürd romantik komedi...
Psikosu da, absürdü de, romantiği de komedisi de kararında bana kalırsa. Kurgu da kurulmuş güzel... Dil de anlaşılır, sürükleyici, tertemiz yani. E daha nolsun...

Alınız, çayınızı kahvenizi yudumlarken tatlı tatlı okuyup rüyalara dalınız.

Ancak hatırlatayım ; Otobüslerde okumayınız ! Yurdum insanı okuyana pek alışkın değil, okurken gülene hiiiççç...

Yazar'ın " Oğullar Ve Rencide Ruhlar"
ile
"Gizli Ajans" isimli iki romanı daha var ve kendisi bir Afili Filinta.
Diğer kitaplar da okuma listemde, duyrulur ;)

Sevgili çevrem,
Kitap okuma saati diye bir uygulama var okulda.
Çocuklar okul kütüphanesinden aldıkları parçalanmış, yırtılmış, sayfaları eksik ve içi geçmiş kitapları okumaya çalışıyorlar, isteksiz...
Belki kitaplığınızdan bir kitap seçersiniz, belki bir de not yazarsınız onlar için sayfalar arasına, belki ulaştırırsınız bana, ben de onlara götürürüm.
Belki sayfalar arasından ona yazılmış not çıkar da gülümser ... Belki içlerinden birileri dost olur bu sayede kitaplarla...
Belki ben de bu sayede daha bi severim sizi ;)
Belki...:)

Dec 4, 2011

Eller Havaya...

Eylül gitti... Ekim'i ve Kasım'ı da kurtaramadım...

Yoruluyorum Çorum- Ankara arası yolculuklardan... İki ayrı hayatım var, birinden diğerine sıçrayıp duruyorum 3-4 gün arayla...
Benim gibi  "ev" seven, "düzen" seven, "huzur" seven biri için can sıkıcı olmaktan öte geçiyor artık, depresif bir ruh hali içime postu serip gün ve gün yerleşiyor. Yapılmış bütün planlarımı alabora eden bu durum yüzünden planlara küsüyor içim. Canım artık hiç birşey yapmak istemiyor...
Evde yemek yapmıyorum artık mesela, kitap okumuyorum, kendimi dinlemiyorum... Çeneme vuruyor içimdeki isyan, alabildiğine konuşuyorum...


Oct 2, 2011

Homini de gırtlak pufidi kandil tumba yataaaakkkkk...


Eylülümü çaldılar...

14 Eylül de yayınlanan kanun hükmünde kararname ile Ankara'ya dönüşüm Ağustos ayına ertelendi.
Bütün planlarım alt-üst.
Valizim açık...
Oysa ben öyle yorgunum ki bu bozkır yolculuğundan...

Eylül geldi geçti, ne sarı yapraklar takıldı gözüme ne de ürperten rüzgarlar değdi tenime...Bir fincan kahve kokusuyla balkon keyfi yapmadım bir kez bile. Okuduğum kitaplardan bişey anlamadım, dinlediğim şarkılar bir kulağımdan girip diğerinden çıktılar, yolculuklarım daha da uzadı sanki... Aralıksız konuştum ama söylediklerimden ben bile birşey anlamadım. Başımı okşadı sevdiklerimin tanıdık elleri, avunamadım.

Eylül geldi geçti, bu Eylül'ün içinde ben olmadım...

Eylül'ümü çaldılar, Ekim'i kurtarmam lazım...
Posted by Picasa

Sep 1, 2011

şeker kabıkları

Ramazan bayramının üçüncü günü... Dokuz günlük bayramı fırsat bilen herkes (neredeyse bütün akraba-eş-dostumuz) şehir dışındaydı. Bize zaten gelen giden olmaz da, annemin de pek misafiri olmadı bu bayram.
Özel günler, giderek anlamını yitiriyor...

Çok üzgün müyüm?
 Aslında hayır...

 Elbette  benim de geçmişe, geçmiş bayramlara dair özlediğim şeyler var; bir daha asla aynı tadda yaşanmayacak anlarla dolu  anılar ...

Ama bütün o anları değerli kılanın biraz da o günün şartları ile alakalı olduğunu düşünüyorum. 

 Birlikte düşünelim...

 Köyden kente ya da  çalışmak için kendi memleketinden uzak bir şehre gitmişsiniz. Başka bir şehre, insanlara, hayata alışmaya çalışıyorsunuz. Öyle canınız istediği zaman annenizin evine gidemeyecek kadar uzaktasınız, ulaşım öyle aklına esti diye  yollara düşemeyeceğiniz kadar sıkıntılı, ekonomik şartlarınız da o hoyratlığa izin vermiyor zaten. Yılda bir- ya da iki kez memleketinize, sevdiğiniz yakınen tanıdığınız insanlara, kendinizi en güvende hissettiğiniz yere  gidiyorsunuz  ve zaten tepeden tırnağa özlem dolusunuz... E şimdi bu kavuşma tadından yinmez de ne olur sevgili çevrem ? O  buluşmada durup durup sarılmaz, öpüşülüp koklaşılmaz da ne olur? O buluşma için heyecanlanmazsa insan neye heyecanlanır ki daha? O buluşmalar için kurulmaz da neye kurulur ziyafet sofraları, hangi tatlı verebilir o baklavaların tadını ?

Gelelim bu güne. Artık ulaşım kolay, uzaklar o kadar da uzak değil aslında... Üstelik seyahatin maliyeti de eziyeti de daha az geçmişle kıyaslandığında. Bu nedenle geçmişte olduğu gibi bayramı beklemeler, bayramdan bayrama görüşmeler hayli azaldı . Hele uzakları yakın eden “telefon” icadı var kiiii, özlemeyi özler hale getirdi bizi.

Ayrıca insanların ev gezmesi yapıp yemek yemekten gayrı aktivite bilmediği dönemler için cazip bir sosyalleşme biçimiydi belki bayram gezmeleri.  Sosyal bağları güçlendirmek, kendine “ait olduğun” bir çember belirlemek, yardımseverlik hislerini tatmin etmek, toplumda roller edinmek için iyi bir araçtı belki...

 Şimdi... Şimdi yapabilecek daha eğlenceli, daha dinlendirici, daha heyecan verici aktiviteler türüyor sürekli. Üstelik toplum insan için eski anlamını yitirdi. Şehir hayatı,  “sürü “olmayı değil, “birey” olmayı teşvik ediyor  sürekli. İçine doğduğu çember değil insanın  aitliği.  Akrabalığın, komşuluğun, köylülüğün  dayattığı zoraki  ilişkiler çözülüyor işte, bayramlar yetmiyor artık bunların birlik ve baraberliğine.  İnsanlar seçimlerini  öncelikleri doğrultusunda yapıp, tatile gitmeyi, bayram ziyatretlerinden uzak durup evinde çekirdek ailesiyle zaman geçirmeyi, şehir hayatının gerginliklerinden yorgun düşmüş bedenini dinlendirmeyi tercih ediyor.

 Düşünmeye devam edelim...

 Çocuksunuz... Yılda bir kez(hadi bilemedin iki)  yeni giysilerle tepeden tırnağa donanacak, o giysileri de öyle canınızın istediği her gün giyemeyeceksiniz. “ Bayramlık” olacak adı,  düğünde bayramda anneniz karar verecek giymenize.  Üstelik bileceksiniz ki bütün çocuklar “yeni”leriyle dolaşacak bayram günü. 

 E şimdi bu çocukcağız yeni papuçlarını yastığının altına koymasın da ne yapsın? Bayramlıklarının heyecanıyla uykusu kaçıp sabaha kadar yatakta dönenmesin de ne olsun? Üstelik  tam da çocuklara göre olan o teyze-amca-hala kalabalığı, o kalabalığın hediyeleri , harçlık vermeleri, luna park ısmarlamaları da bayramdaaaannn bayrama gerçekleşiyorsa, o bayram iple çekilmesin de ne edilsin?

 Dönüyoruz günümüzün çocuklarına... Almak, yenilemek, eskitmek kavramlarının geçmiş ve bu gün için içerikleri hayli değişti.  Spor ayakkabıları, babetleri, botları, bale papuçları  ve yahut kramponlarını raflara dizen, kendi odaları, elbise ve oyuncak dolapları olan, beş boyutlu filmler izleyip aqua parklarda eğlenen, kreşlerde kendi sosyal ortamları olan, doğum günlerini partilerle kutlayıp tatil mekanı seçerken oy kullanan, alışveriş merkezlerinin top havuzlarında palyoçolarla oynayarak büyüyen şehir çocukları ne anlasın o geçmişin “bayram” heyecanından?

 Ha bir  de küslükler var bayramlarda son bulması gereken.

 Kent yaşamından kırsala döndükçe artıyor insanlarının biribrinin haklarını ihlali. Komşunuzun tavuğunun bahçenize zarar vermesi,  doğal kaynakların paylaşılması, size yan gözle bakılması kavga ve doğal sonuç olarak da küslük sebebi.

Oysa şehirleşme bireysel sınırları çizip ihlalinin cezasını da belirliyor. Zaten, küsecek  kadar muhattap olamıyorsunuz ki komşunuzla. Trafikte, pazarda, alışverişte  tartıştığınız insanlara küsmenin de anlamı yok zaten;üstelik  modernleşme, kavga –döğüş-küslük değil de konuşma- anlaşma-uzlaşma kültürünü de beraberinde sürüklüyor ve buna alıştırıyor sizi.

E şimdiiii, küsmenin eski ciddiyeti yok ki, nerde kaldı  barışmanın değeri...

 Uzun lafın kısası, doğrudur eski ki bayramların tadı kalmadı, çünkü bayramı süsleyen eski unsurların modası geçti.

 Anneme sormuştum teee çocukken,  çünkü ben bayram,seyran, yılbaşı, doğum günü ritüellerini seven bir çocuk değildim, sorgulayasım vardı.  Annem  Ramazan bayramı için  “E kızım, 30 gün oruç tutmanın, kulluk yapmanın, kendini açlıkla sınayıp yüz akıyla çıkmanın sevinci” demişti... Cevabını pek beğenmiştim.

 E ne olacak peki bayramlar? Öyle kuru kuru yaşanıp tatil köylerinde, evlerde, televizyon karşılarında heba mı edilecek? Hevesi kursağında mı kalacak 30 gün oruç tutmuşların?

 Kalmasın elbet... Bayram’a özel o tad kalsın bizden sonrakilerin de damağında.

 Nasıl olacak o iş?

 Valla öncelikle şu içimi bayan “ aahhh o eski  bayramlar...” diye başlayan muhabbetler bitsin... O bayramlar bir daha gelmeyecek bey amca. Onlar siyah beyaz televizyonumuz gibi, bayramlarda ateşlenen “ kızkovalayan” fişekleri gibi, manuel fotoğraf makinaları gibi, her ananenin evinde saat başı çalan sarkaçlı saatler gibi, taş plaklar hatta kaset ve kaset çalarlar ve hatta neredeyse cd’ler gibi miadını doldurdu. (*) Onları yeniden yaşatmaya çalışmak , giderek daha az tad veren bir oyun oynamaktan başka birşey değil ne yazık ki.


Şimdi, geçmiş bayramları anarken heba edilen  bu günün bayramları için birşeyler yapmak vakti.  

Benim  yukarıda aklıma gelen örneklerden vardığım sonuç, bu gün en çok özlediğimiz şey her neyse bayramlarda o yapılmalı ki, gönüller bayram etsin J


*Bu cümle Şahane Kişi  tarafından  Nefis Bey'e ithaf edilmiştir.

Aug 31, 2011


Geçtiğimiz Mayıs ayında Antalya'da çekmiştim fotoğrafı...
Ne güzel insanlar var yahu :)
Posted by Picasa
Bazan, önce kendine dert anlatman gerekir.

Aug 17, 2011

renkli istop bilir misiniz?

Yeniden okumalar hiç de iyi gitmiyor...
Belki hatırlarsınız, bi süre önce ( o süre neredeyse bir buçuk yıl öncesiydi) kitaplığımdaki bazı kitapları yeniden okumaya karar vermiştim. Çünkü öyle sağa sola not alarak, kitapların altını üstünü çizerek okuyan bir tip olmadığımdan, pek güvendiğim hafızamın da aslında son derece kıt olmasından kaynaklı, kitapların çoğunun bendeki his tortusu dışında bir şey kalmıyor kısa zamanda.
Oysa "falanca kitabın kahramanının filanca yerde dediği gibi..." diye başlayan cümleler kuran, kitap karakterlerini, olay örgülerini bütün ayrıntılarıyla hatırlayıp gerektiğinde üzerine bir çuval laf edebilen insanalara özeniyorum ben de.

İşte bu özentimin kurbanıyım ben sevgili çevrem... Kararı aldığımdan beri zamanımın bir kısmını yeniden okumalara ayırdım. Evet, bazı kitapları yeniden okuduğum için rahatsız olmadım ama itiraf ediyorum nihayet, daha çok hayal kırıklığı yaşadım...
Geçmişte beni çoook etkileyen kimi kitapları sıradan, kimilerini fazla sıkıcı buldum. O zamanlar bir solukta okuyup bitirdiğim kimi kitaplar günlerce süründü elimde. En sevdiğim yazarlarla aram bozuldu, haklarında ileri geri konuşmaya başladım, dedikoducu oldum.
En son, en sevdiğim kitabı sıkıla sıkıla okuyup, geçmişte niye bu kadar sevmiş olduğumu merak edip dururken o an nekadar çok eziyet etttiğimi farkettim kendime ve
 "Hemen" dedim, "şimdi bırak o kitabı."
"Hayır, bu yeniden okumalarla hafızamı canlandıracağım. Kitapları yeniden değerlendirme, üzerine yeniden düşünme fırsatım olacak. Bunlar öyle bir kerede okunup bir kenara bırakılamayacak kadar özel kitaplar tamam mı?" diye cevap verdim tabii ki bilmiş bilmiş.
Ama bu laflara karnı tok bir kişi olarak kararımın arkasında durmayı bildim.
"Kendine de kitaplara da yazarlara da haksızlık ediyorsun."
"Hayır efendim, kimseye haksızlık ettiğim yok. Bilakis ben büyük bir haksızlığın önüne geçmeye  ... .. yazarlar.. kitaplar.. emek... saygı.. unutmak... bıdı bıdı.. vıdı vıdı..."
"Boşuna çırpınıyorsun. Üstelik bu işin faydasızlığını çoktan anlamana karşılık sırf kendinle inatlaştın diye devam ediyorsun. "
"Kimseyle inatlaştığım yok benim.! Görürsün bütün kitaplığı yeniden okumazsam..."
"Okumazsan eşeksin! "
"............"
".............................................."
"Ya hepsini okumayayım  bari..."
"Neden? "
"Çok sıkılıyorum okurken"
"Neden? "
"Bilmem... Belki okuduğum her kitapla duygu dünyamın genişlemesidir kitabı sevmek dediğim şey. Bir kitabı ikinci kez okuduğumda duygu dünyama yeni bir katkı sağlamayıp bende var olan hislerimi çalıştırıyor ki ben de bundan hoşlanmıyorummuştur gibi aslında."
"Olabilir. Belki de bilinç altın bilincinin üstünden daha başarılıdır bilgiyi saklamak konusunda. Hadi bırak şu kitabı."
Son cümleyi söyleyen iç sesimin tonu öyle şefkatliydi ki içimin içinden  'buna dayanamam işte ' dedim.
"Tamam , söz bu bitsin bir daha yeniden okuma yok" cevabını verdim şefkat  tuzağına düşmediğimi belli eden direngen bir ses tonuyla."
"Çabuk bırak onu!"
"Ya 100 sayfam kaldı , bitirivereyim."
"Bitiriverme!"
"Bitte!"
"Nein!"
"Kitap yarım bırakılmaz günah..."
"Yok öyle bişey."
"Arkamdan ağlar."
"Uydurma."
"Ayıp olur? "
"Kime olacak, saçamalama."
"Çok kötü birisin."
"Sen de."

İçimde fırtınalar kopuyor görüyorsunuz. İnsanın kendi uyduruk tabularını yıkması ne zor iş bilemezsiniz.

Şimdilik yeniden okumaları durdurdum sevgili çevrem, ileride yeniden okumalara devam etmek isteyen iç sesim akıllı mantıklı laflar edip beni yeniden kandırırsa yeniden başlarım belki, bilemem...

Aug 10, 2011

Memleketi Gurbet Yaptık, Gurbeti Memleket...

Ömer'i gördüm rüyamda.
Öyle özlemişim ki...
Beni face'de bulmasını bekliyorum, ben onu buldum çoktan.
Ama onun beni bulmasını istiyorum, nazlanasım var,
Şımarasım var biraz da... Şımartsın istiyorum beni.

Sorun değil, bir kaç yıl daha bekleyebilirim.

Doya doya nazlanabileceğin birilerinin olması ne güzel şey :)

Aug 4, 2011

uyku biraz uyku, bütün isteğim buydu...




Posted by Picasa

Yukarıdaki fotoğraf 10-15 gün önce Karadeniz'de bir yaylada  çekildi ve fotoğrafta görülen sol ayağımın da çok benimsediği o tembel pozisyon o gün bu gündür pek de değişmedi.
Yapacak işlerim, okunacak kitaplarım, izlenecek filmler, yazmak istediğim yazılar var var olmasına da sıcağa yenik düşmüş bedenimin kıpırdayası, göz kapaklarımın açılıp dünyaya bakası yok.
Önümüzdeki bir ayı bu rehavetten kurtarabilmek umuduyla gece ve gündüzlerime yer değiştirttim sevgili çevrem. Gündüz saatlerinde uyuyup gece saatlerinin sessiz ve serinliğinden faydalanmayı planlıyorum. Bu da işe yaramazsa benden adam olmaz, biline...

Aug 2, 2011

Gidenlerden...

Gitti...
Doksanı aşkın yıllık bir ömrü katıp önüne, anılarını, acılarını, öfkesini, sevgisini, özlemini alıp gitti..
İnsanlar temizliğini, misafirperverliğini, elinin bolluğunu anlattılar birbilerine. Ölünün ardından kötü söz söylemek ayıp-günah   olduğundan, aksiliğine hafiften değinip geçti kimileri, kimileri sustu...
Onlar anlattıkça bembeyaz örtülerle bezeli eski toprak evini, misafire verdiği değeri, evinde verdiği yemekleri, keyfi yerinde olduğu zamanlar ortalığı kahkahadan kırıp geçirişini anımsadım ben de... Bayram sabahlarını anımsadım, erkenden kalkıp süpürdüğü avluda...  Beslemeyi hiç ihmal etmediği Kangal'ları, peşisıra kümese girip aldığımız sıcak yumurtaları, tandırda pişen ekmekleri, her yazı köyde geçen çocukluğumu anımsadım...
İçimde ona dairbütün  anıları deştim ama pek öyle sevgi dolu bir baş okşama, sırt sıvazlama, masal anlatma  bulamadım. Çok zorlayınca  koyunkoyuna uyuduğumuz günler geldi aklıma ama onlar da gözlerimi yaşartmaya yetmedi, ne yazık...

Garipti...
Doğaya; otlara, çiçeklere, bağlara, bahçelere, toprağa, hayvanlara olan sevgisine, ilgisine ve acıma hislerine karşılık  dinmeyen bir öfkesi, yıkılmaz bir inadı vardı insana.  En çok da en yakınlarına...
Yanlış öğretiden mi yoksa bencilliğinden mi bilmem, sevmekte ve sevgisini ifade etmekte beceriksizdi.

Ona benziyorum ben de... İçimin bir tarafında ondaki öfke ve inat var, sindirmeye çalışıyorum kendimi bildim bileli. Nasıl olmamam gerektiğini öğreniyorum onun yaşamından, ne yapmamam gerektiğini. Yine de biri damarıma basmaya görsün gözlerimdem taşıyor, tutamıyorum içimdeki İffet'i...

Son altı ay sık sık görme şansım oldu... Her gidişimde daha çok benziyordu babamın son kez görüp dokunduğum yüzüne. Giderken babama dair birşeylerde götürüyordu ve belki de sırf bu yüzden gitmesin istiyordum...

Gitti...
Giderken anılarını, acılarını, öfkesini, sevgisini, inadını da alıp gitti...

Gitmesine az, çok az kala bir bir tuttu ellerimizi. Mavi gözlerini dikip gözlerimize sessiz sessiz konuştu. Gider ayak sevdiğini söylemeyi öğrenmişti...

Gitti...
Ben bulunamadım cenazesinde.
Güzel, kalabalık bir cenaze töreni oldu dediler...
Güzel öldü dediler, güzel ölmek ne demekse...
Posted by Picasa

Apr 7, 2011

Çardak gülü ve hanımelinin maceraları

Ankara'da Fidan almak isterseniz gitmeniz gereken yer Karşıyaka Mezarlığıymış meğer.
Güne orda buluşarak başladık. Önce fidanlıkları gezdik, bilgi aldık, alacağımız ağaçları belirledik ve satın alıp düştük yola.
Hacı Muratlı'ya varır varmaz daldık bahçeye. Yağmurdur, rüzgardır umurumuzda değil. Hangi ağacı nereye dikeceğiz?, hangisiyle hangisini yan yana getireceğiz?, 'ulu ağaç' bahçenin neresinde kalacak? diye düşündük önce; sonra koyulduk işe.


Kuyular kazıldı, yanmış toprak dökülüp fidanlar yerleştirildi, aşı yerleri güneye çevrildi, toprak döküldü üzerlerine, kökleri sıkıştırılıp  sıvı gübre ve 'can suyu' verildi.
Birer destek çubuğu da çaktık yanlarına ki rüzgarla boğuşurken fidanlarımız, can yoldaşı olsun diye.


Büyük olasılıkla, dışardan bakan usta bir çiftçi için oldukça beceriksizdik. Dikim sonrası çamura belenmiş ayakkabı ve giysilerimizle perişan vaziyetteydik.


Ama eğlendik. Elimizi toprağa, fidana, yağmura değdik. Alışveriş merkezlerinin uğultulu kalabalığına gömmek yerine haftasonumuzu, sevdiklerimizle beraber bir kaç dal yeşerttik.

Bir sobanın çıtırtısında çaylarımızı yudumlayarak tatlı bir telaşın yorgunluğunu paylaşmak ne güzel şey sevgili çevrem!
Yine yapmalı, hep yapmalı...
Her bahar bir yolunu bulup cümbürcemaat toprağa dokunmalı...


Yukarıdaki satırlardan anlayacağınız üzere, ben eve döndüğümde de hızımı alamadım sevgili çevrem. Sabah fidanlıktan aldığım menekşe ve çilek fidelerini saksılara dikerek taşıdım baharı evimize. Banyomuz biraz kirlendi evet, ama değdi bence...



"Akşamoğulldu
Nırınımm nırınımmm
Pencereeğmde
nırınımm nırınımmm
Yorgun rüzgar esiyor geçiyor
Renkler suskun!
Biiir mahzun mor menekşe
Ağlıyor mu ne! "

Mar 31, 2011

Yüzbaşıgillerle buluşma

"Kitap okuma saati" diye birşey var okullarda. Her gün bir dersin 15 dakikası kitap okumaya ayrılıyor. Kimi öğrenciler seve seve yanlarında taşıdıkları kitaplarını açıp iştahla okumaya başlıyor, kimileri okumaya zorlandıkları kitapların bir sayfasını açıp okuyormuş gibi yaparak 15 dakikayı doldurmaya çalışıyor.
Ben, bu zoraki uygulamayı üstüme alınmadığımdan, kitap okumuyorum o süre zarfında. Sıra aralarında dolaşıp düşünüyorum, hayal kuruyorum, onları izliyorum... Meraklı meraklı sayfa çevirişlerini, dudaklarının kıpır kıpır edişini, uyumamak için göz kapaklarını açık tutmaya çalışmalarını, sıkıntıyla sağa sola attıkları kaçamak bakışları...
Okudukları kitapları inceliyorum aradabir... Kütüphane raflarından seçilip elden ele dolaşmaktan eprimiş romanlar, şiir, öykü, anı kitapları, gezi ya da bilim konulu dergilerin ciltlenmiş halleri, karikatür ya da nota kitapları bile... Kendi çocukluğumun yol arkadaşalarını görüyorum aradabir
Tom Amca'yı, Zeze'yi mesela...
Bu gün, kitap okuma saatinde, öğrencilerimin birinin elinde " Yüzbaşı'nın Kızı" vardı, Günay Cetao çevirisiyle...
Öyle iyi geldi ki o an orada Günayın adını görmek... Buradaki yalnızlığım, ait hissetmeyişim, herşeyin dışında kalışım yavaşça indi omuzlarımdan.
Bu hissi daha önce, mantar şehrime dostlarımın ayağı değince yaşamıştım. Evimi, sobamı, penceremdeki manzarayı sevmiştim onlar sihirli elleriyle kapı kollarına dokunup ıssızlığımı aralayınca.
Hepiniz kitap yazın, çevirin, çizin, boyayın sevgili çevrem. Hepinizi her yere yanımda götürmek istiyorum.

Mar 29, 2011

hamamböcüü

Efenim,
Çorum-Ankara arası yolculuklar, insanın sinirini tepesine getiren Milli Eğitim maceraları, yeni görev yerimdeki yürek burkan insan öyküleri gibi "bir ara bloga yazayım bunu" dediğim onca konu arasından sinsice yerlerde sürüne sürüne gelip gündeme oturdu bu konu.
Taşındığımızdan beri bir-kaç ayda bir görür, sıkı bir temizlik yapıp bulduğumuz her deliği tıkar, çeşitli köşelerdeki tablet ilaçları yeniler, huzursuz birkaç gün geçirip yavaş yavaş unuturuz, ta ki bir sonraki karşılaşmaya kadar.

Son dönem karşılaşma periyodumuz epeyi arttı. Son bir ayda haftada bire arkasından da üç günde bire düştü. Fakat bana ayda birlik periyot bile kafi geldi ve bir ay önce gözüm seğirmeye, elime koluma dudaklarıma tik gelmeye başladı. Benim de fobim varmış meğer. Fobi denen şey de öyle yoğun bir sevmeme, ürperme hissinden fazlasıymış, bu süreçte öğrendim. Sağa sola dokunamaz, yemek yiyemez, gece uykulardan sıçrar, rüyalarda böceklerle boğuşur, aniden tenime değen herhangi bir şeye karşılık çığlığı basar oldum. "Canavarı" düşünmek ya da ismini anmak bile ense kökümden aşağı buz gibi desem buz gibi değil, kaynar desem kaynar değil, su desem su değil, asit desem asit değil bir şeyler bocalanması hissine neden oluyor.

Neyse önce badana, bol silmeli-ovmalı-köpüklemeli bir temizlik ve arkasından sıvı ilaçlama ile bu haftasonunu kapattık. İlacı yapan adamın ensesinde "şurayada sıkın burayada sıkın " diye tembihleyerek gezindim ev içinde. İlaçlama sırasında herhangi hiç böceğe rastlamamaız yaygın olmadıkları anlamına gelirmiş ki tutunmak için bu küçük umutlara feciii ihtiyacım vardı, sımsıkı tutundum.

İlaçlama işlemi yaklaşık 20 dakika sürüyor. Uzun bir çubuğun ucundan basınçla püskürtülen ilaç 1-1,5 metre uzağa fırlatılabildiğinden eşyaları yerinden fazla oynatmak gerekmiyor. İlaçlamadan sonra ev 15-20 dakika kapalı kalıyor arkasından havalandırma yapılıp evde kalınabiliyor. Daha çok duvar dipleri, dolap arkaları, parke aralıkları gibi kuytulara sıkılan ilaç bir iki saat zarfında tamamen kuruyor ve dokunma, soluma ve yanlışlıkla yeme halinde bile insan sağlığına zarar vermiyor ( ben o kadar da emin değilim, ilaç ilaçtır kardeşim!) İdeal olan ilacın böceklerin kuluçka süresi olan 21 gün boyunca temizlenmemesi. Aksi halde ilaçlama sırasında zırhlı yumurtalarında güvenle barınan yavru canavarlar yumurtalarından çıktığında nasıl mefta olacak hııı?

Feb 11, 2011

Borç Geyiğin Yamçısıdır.

"En son taahhütlü bir mektup aldığımda atamamın yapıldığını öğrenmiştim. Dur bakalım bu kez ne olacak, ister misin Ankara'ya tayin ediversinler bir de beni hehe he" diye kendi kendime şımarıp keyiflenerek açtım zarfı.
Borcum varmış, üniversite öğrencisiyken almış olduğum harç kredisini ödememişim.
Hay Allah!.. "Ben onu ödememişmiydim yahu! Hem de böyle gelir idaresinden bol mühürlü imzalı bir mektup almıştım da yine böyle "ben onu ödememiş miydim yahu" diye diye gidip ödememiş miydim? "
Ben bu anı daha önce yaşamış gibiyim ama...
Neyse, aradım-taradım makbuz yok. Hay salak kafam! Tam da en saklanacak şeyi saklamamışım. Daha doğrusu öğrenim harçlarımın dekontlarını bile on yıla yakın süre sakladıktan sonra geçen yıl bir temizlik yapıp eski belgeleri ayıklamıştım da "e bunlara da gerek yok artık, atayım gitsin " demiştim. Sonrası, çöp.
Ne olacak şimdi?
Doooğru kredi yurtlar.
"Bakın memur bey, ben bu borcu ödedim. Hatta sanırım iki kere ödedim, bunu da ödersem üçüncü kez ödemiş olacağım. Bi el atsanız da hatanın kaynağını bulsak ,hı? "
"Evet siz o borcu ödemişsiniz"
"Evet, 2008'in Ekim ayındaydı sanırım"
"Evet, 2008'in Ekim ayında."
"Evet de o zaman bu borç ne ola?"
"Evet ama siz faizini ödememişsiniz, 188 lira. O da bu güne kadar 495 lira olmuş"
"İyi de 2008 de bana tebliğ edilen borcumun 856 lira olduğu idi, ben de onu ödedim. Faizinden haberim yoktu ki. Bu gün gelen tebliğgatta da borcumun 856 lira olduğu yazıyor. Ancak internetten kontrol ettim orada da borcum 1352 lira"
"Yok sen 1352 lira ödeme."
"Ne ödeyeyim?"
"Sen şimdi bişey ödeme çünkü sen geçmişte öğrenim kredini fazla ödemişsin önce onu bir aktarttıralım, sonra kalan hesaba bakarız."
"Ne kadar fazla ödemişim?"
"22 lira."
"Kalsın."
"Olmaz! Onu aktarttırmamız lazım, 3. kata çıkın..."
diye başlayan süreçte ben o üçüncü kata iki kez çıkıp, bir süre binanın neresinde olduğu hatta binada olup olmadığı bilinmeyen hiç tanımadığım iki memuru sorup-soruşturarak gezindikten sonra eli boş döndüm aynı memura.

Sonuç: "Yakında yasa çıkacak, faizler silinecek, şimdi ödeme sonra 188 lirayı ödersin" diye akıl verenlere uyup -vicdanım rahat sayın okuyucu-
borcumu erteledim. Tebliğgatta belirtildiği üzere bu borcu 10 gün içinde ödemezsem haciz gelir mi? Göreceğiz...
Peki ben bu borcu her üç yılda bir yeniden ödemek zorunda kalacak mıyım? Bakacağız...
Ve buradan çıkan dersler nedir?
Az sonra...
:)
Ders şudur sevgili çevrem,
1- Devletle işin varsa asla şansa bırakma. Dekontlarına vs sahip çık, kayıtlar tut. Hatta tarayıcıdan geçirip sanal ortamda sakla ki bulması ve saklaması kolay olsun. Bu haliyle resmi evrak statüsü olmasa da tarih, numara vs bilgileri açısından referans değeri olur.
2- Bir daha borç bildirimi alırsan -bişeylerin cezası, vergisi kıvırı zıvırı farketmez- trink diye ödemeden önce ilgili kurumdan soruştur, meblağı netleştir.
3-O borcu ödedikten sonra da gidip gelir idaresine bildirmeyi ihmal etme.
4-Her resmi mektubu hoş bir sürpriz zannedip iştahla üzerine atlama, bırak postacı kapıyı çalsın dursun...

Feb 6, 2011

sürprizzz!

Ne mi oldu? Ne olacak, hayat yine çatur çutur kırıldı orta yerinden,
yapılmış bütün planlara inat belirsizliklerle dolu bir süreç başladı .
2005 yılında binbir kafa karşıklığı, uykusuz geceler, kararsızlıklar, boşa koyup dolmamalar, doluya koyup almamalarla ayrıldığım MEB' deki görevime geri döndüm. Bu kez Çorum'un küçük bir ilçesi.
Ne mi olacak?
Yolculuk olacak, veda olacak, alışmak, karışmak, yorulmak, uzlaşmak olacak... Olsun... İyi olacağını umarak çıktım yola, iyi olması için elden gelen yapılacak...

Jan 10, 2011

Uzağız artık,
Aynı şiirin mısralarında
Durup dinlenemeyecek kadar.