Dec 25, 2008

kumbara istiyorum; param var netekim:)

Kar-kış-kıyamet kaldırılsın, her gün sonbahar olsun, arada bir ilk bahar gelsin, bir-iki yağmur yağdırıp güneş açtırsın gitsin. Soğuk, ayaz-mayaz lügatlardan çıkarılsın, ilik-kemik dondurmalı havalar unutulsun. Deliye her gün, akıllıya iki günde bir bayram olsun, bayramlarda da dokuz gün tatil yapılsın istiyorum, çok istiyorum.

'Allah'ım lütfen herşey benim dediğim gibi olsun,
Amin.'

Dec 19, 2008

DARWIN ve SONRASI-Stephen Jay Gould



Sorular soran, olmasını beklediklerimizle olanlar arasındaki çelişkileri okuyucuya bulduran, sonra onları açıklayan, dili sade ve son derece akıcı bir kitap. Darvin sonrası bilim dünyasının düşünme ve algılama biçimini de gözden geçirmiş oluyor, zaman zaman okuduklarınıza şaşırıyorsunuz.

Dec 17, 2008

Bir Bahar Akşamı Rastladım Sizeee...

Yahu daha bayramı yazacaktım ben...Termosla, sandviçle çıktığımız Maraş yolculuğumuzdan bahsedecektim. "Yolun en zorlu kısımlarında arabayı ben kullandım" diyecektim havalı havalı. Sonra kurbanın kesilişinden, Şamil'in caniliğinden bahsedip peşine de "etleri, baklavaları yedik bi güzel ohh" diyecektim. Bi de güzel sobada kaynayan kuşburnu çayı fotoğrafıyla taçlandıracaktım yazıyı da...
Üşendim.
Ha bu gün ha yarın derken baktım ki epeyi geçmiş bayramın üzerinden, yazmaya da hevesim kalmamış.
Kınadım kendimi tembelliğimden ötürü, kınamaya da devam ediyorum.
Hadi onu yazmadın, Neris ile Bera'yı yaz bari... Cık o da yok... Bari birikmiş işlerinden birazını temizle ya da elindeki kitabı oku bitir. Ertelenmiş görüşmelerin var, yap kurtul...
Tembelim ben tembeeeeel.
Çamaşır makinasının sesi geliyor içeriden. Az sonra bitirecek caanım çamaşırlarımı sıkmayı. İnşallah tembellik etmem de onları asarım :)

Dec 15, 2008

UTANÇ-J.M.Coetzee



İlkel bir toplumdaki barbarların bir kadına tecavüzü ile modern bir toplumda bir profesörün öğrencisine tecavüzü arasında fark var mıdır?

not: okuduğum nobel ödüllü yazarlar arasında dili en sade olanı Coetzee bence.
not: yazarın "barbarları beklerken" kitabı okunsun.

Dec 5, 2008

"BEN" DE KALAN

Ara ara sağdan-soldan, eski defterlerin ya da bilgisayarımdaki belgelerin arasından yazılar çıkıyor. Yazıldığı günlere götürüyor beni, yazarken ne hissetmiş olursam olayım, yıllar sonra okurken gülümsüyorum. Bir çeşit kendini sevme, özleme, anlama hali sanırım...
Bu da öyle bir yazı işte:

"BEN" DE KALAN

Bir sabah kalktık,yalnızdık...
Oysa söylenecek ne çok sözümüz vardı birbirimize. Bir zamanlar birbirimizdik, ‘biz’dik. ‘Ben’ olmak, bencilleştirdi bizi. Oysa biz yazarken cümleyi üleşirdik...

Dostluk, yüreğe imandı bizde, varlığına ve birliğine... Aşk ibadetti iman edilene ve ayinlerde zorunluluklarımızla sıradan ilişkilerimizi kurban ediyorduk birbirimize.

Hepimiz kulduk ve hepimiz tanrı; her birimiz birer günahtık ve her birimiz birer sevap.
Bir arada öyle çok şeydik ki; doğa dağıttı bizi... Çünkü biz doğamıza karşı koyuyorduk. Büyümüyorduk ve ne zaman bir araya gelsek insanı aşıyorduk...

Bilmiyorduk bir sabah yalnız uyanacağımızı...

Bencilliğimizin kudretinden de haberimiz yoktu o vakit. Öğrenmemiştik henüz, tırnaklarımızla yırtıp dişlerimizle parçalayabileceğimizi; bilmiyorduk. Bu nedenle bencil olamıyorduk.

Ve bir sabah ve sonraki ve daha sonrakinde de yalnız uyandık yalnızlıktan uyuyamadığımız yatağımızda. “ben”olmak yersiz ve zamansız saldırıyordu günün herhangi bir vaktinde. Yaşadığımız şehirler üstümüze yıkılıyordu; yaşadığımız evler... Göz kapaklarımız gözlerimize yıkılıyordu. Çıkamamaktan korkuyorduk altından,
çıkmak istemiyorduk.

Kendimizi içimizdeki dingin odalardan birine sakladığımız bir akşam, kendi saçlarımızı yolar, yüzümüzü tırmalar ve avuçlarımızı ısırırken öğrendik yırtıcılığımızı.
Sabah olduğunda tırnaklarımızın ve dişlerimizin arasında kalan kan pıhtılarını görmek korkuya boğdu yarım kalmışlığımızı.

Korku, tattığımız duyguların en korkuncuydu...

Boyun eğdik neye boyun eğdiğimizi bilmeden.
Evcilleştirdiler bizi... “ben” olmanın en evcil hali “bencillik” ti ve artık imanımız ve ibadetimiz bencilliğimizdi.


26.10.1999/ANKARA

Nov 25, 2008

MASUMİYET MÜZESİ-Orhan Pamuk

Az önce kitap toplantımızı bitirip eve geldim ve kitapla ilgili epeydir geciktirdiğim yazımı hemen yazmazsam bir daha da yazamayacağımı farkettim.


Çıktı,çıkıyor,çıkacak... derken kitapçı raflarına yerleşen Masumiyet Müzesi benim kitaplığıma da girdi nihayet.

Aslına bakarsanız neredeyse bütün eserlerini çok kısa zamanda ve çok büyük zevkle okumuş sıkı bir Pamuk hayranı olmama karşın bu kitabı okumayı düşünmüyordum.

Çünkü "aşk", benim kafamdaki Orhan Pamuk için fazla hafif bir konuydu ve bu konu çerçevesinde ne yazarsa yazsın, yeterince beğenmeyeceğimi biliyordum.

Öyle de oldu. Masumiyet Müzesi, yazarın konu ve dil anlamında en "soft" kitabıdır bana kalırsa ve benim sevdiğim Orhan Pamuk sadece kitabın son elli sayfasında kendini hissettirmiştir.

Kitabın 565.sayfasının son paragrafında Kemal, kendi aşk hikayesini yazdırmak istediği yazar Orhan Pamuk'tan "...Hikaye anlatmayı ciddi bir şekilde seven, işine bağlı bir adammış diye duymuştum." diye bahsediyor. Yazarın kendini tanımlama şekli ve yaptığı iş birlikte ele alınınca, yazdıklarının son derece tutarlı olduğu da görülüyor. Pamuk hikaye anlatmayı seviyor ve bunu son derece özenli gerçekleştiriyor.
Bu nedenle saplantılı bir aşk acısıyla kıvranan kahramanına rağmen sıradan bir Türk filmi senaryosundan çok da farklı olmayan kitap, konusuna rağmen anlatımın gücü neticesinde, kendisini bir solukta okutturuyor.
Kitabı bitirdiğimde, ne duygu ne de düşünce dünyam herhangi bir şok etkisi yaşamadı ne yazık. Benim Pamuk romanlarından bu yönde bir beklentim yoktur zaten, ancak hoş bir seyir yaşarsınız; yaşadım zaten:)

Nov 21, 2008

UYUYAN ADAM-Georges Perec


Kitabı okurken kendini sevmeyen, toplumsal baskıdan yorulmuş, hayattan tad almayan bir adamın gözüyle göreceksiniz dünyayı. Sokaklar, evler, insanlar, olaylar aynı monotonluğun anlamsız parçaları olarak bir rüya gibi geçecek gözünüzün önünde, ta ki yazar sondan bir önceki sayfada "düş gören bir adam gibi konuşmaktan vazgeç" diyene kadar.
Başlangıçta olay akışının olmadığı kitaba konsantre olmakta zorlandım doğrusu. Sonra... Sonra nefis betimlemelerin akışına kapılıp düş gözüyle görmeye başladım uyuyan adamın dünyasını ve kitap bitti:)

Nov 20, 2008

BAŞKA KENT ANKARA-Feridun Büyükyıldız


"Yahu kara kuru çirkin bir kızmış bu Leyla" diyene "Ahhh siz onu bir de benim gözümle görseniz..." demiş Mecnun. Arka kapağı kapattım, ilk bu geldi aklıma.

Sevdiğiniz birinin çocukluğunu, ailesini, sizsiz zamanlarda neler yaptığını öğrenmenin, eski bir albüm yada hatıra defteri kurcalamanın tadını bırakıyor kitap ağızda. Umudum kitabı okuduğumda, Ankara'nın gizli kalmış, pek çoklarının görmeyi beceremediği güzelliklerinin deşifre olmasıydı. Fakat, Leyla o bizim aynı kara kuru Leyla...

Kitabın tanıtım yazısında da söylemiş zaten yazar, sevginin ve bağlılığın şehri Ankara. Sevecek ve bağlanacak gücünüz varsa, yani mecnun olasınız gelmişse seversiniz bu şehri, yoksa onun kendini sevdirmek için süslendiği, nazlandığı, cilvelendiği görülmemiş bu güne kadar.

Ankara üzerine güzel bir araştırma olmasının yanı sıra, kitabı benim için özel yapan başka bir şey var aslında. Sanırım en son Milli Kütüphane'de Cankat ile birlikte ziyaret etmiştik çocukluğumuzun "Feridun Ağabey"sini. Yazılardan, işlerden, hayattan, görüşülmemiş zamanlarda büyüyen boyumuzdan, değişen huyumuzdan bahsetmiştik ve geri dönebilmek için Ankara sokaklarına ekmek kırıntıları serptiğimiz çocukluğumuzdan...

Nov 17, 2008

mezbjen'le Abant

 

Bazen yetmiyor göğün mavisi
Gecenin siyahı, toprağın kahvesi...
 

“Alıp başını gitmek zamanı” diyor şairler buna
Gidiyorlar...
 

Ne zaman yetmese göğün mavisi
 
Posted by Picasa
Karşı kaldırıma geçiyorum ben
Mavisizlikten....

Nov 13, 2008

DİYALOGLAR

-İyi günler...
-Buyrun?
-Bizim çocukların iyi ders çalışması için bir ilaç var mı?
Eczacı da ses yok...
-Bizim işyerinden arkadaşlar çocuklarına alıyormuş da. Böyle zihinleri açılsın diye.
-Kaç yaşlarındalar?
-Biri 10 öbürü 13.
-Şurup verelim...
-Yok şurup içmezler.
-Hımmm, o zaman ...
diyip bir vitamin ilacı önerdi eczacı. Ne eczacı, ne ilacı isteyen kadın, ne de eczanedeki diğer üç çalışan bu diyalogda bi anormallik varmış gibi davranmadı.
Ben aptallaştım hafif::))

Nov 9, 2008

Alice Kuantum Diyarı'nda (Bir Kuantum Fiziği Alegorisi)-Robert Gilmore



Üniversitede kuantum dersleri aldığım sırada Mehmet Hocam önermişti de "peki hocam, tamam Hocam, bir ara okuruz Hocam "larla okulu bitirmiştik. Edebiyatla pek bi haşır neşir olup "Hikayeyle romanla nereye kadar, bana biraz hayatın gerçekleri lazım... " diye düşündüğüm şu ara tam da hocama söz verdiğim "bir ara" imiş meğer.

İnsan kitabın adına ve de yazarın üslubuna bakınca, kitabı okur okumaz kuantum hakkında herşeyi hemen öğreneceğini zannediyor. Hatta başlangıçta "oh bea nihayet birileri kuantumu bana kadar indirgemiş, kitabı hemen bitirip sağda solda kuantumlu espiriler yapiim" diyoooor; da o iş öyle olmuyor.Yine de parçacıkların maskeli balolarıyla, kuantum kurallarınca trene doluşan, duvarlardan geçen, bir belirip bir kaybolan parçacıklarla epeyi eğleniyorsunuz.

Başarılı bir alegori. Kuantuma giriş için güzel bir başlangıç noktası olmakla birlikte daha pek çok kitapla desteklenmesi gerektiği kesin. Kitabı, kuantum dersleri aldığım sırada okumuş olsaydım, o dönem anlamakta zorlandığım pek çok şeyi daha kolay kavrayabilirdim sanırım. Mehmet Hocamın o dönemki ısrarlarını da şimdi anlıyorum... Ben de kendi geç kalmışlığımın acısını dindirmek adına, şu aralar kuantum dersi alıp "hocam ne biçim bişey buu" diye sızlanan sevgili stajyerim Can'a vereceğim kitabı. Kuantum dersleri alan diğer üniversite öğrencilerine de öneririm.

Nov 8, 2008

sonbahar

 
Posted by Picasa
Benim adım güz
Yüreğim kahverengi
Yani; kurumuş toprak rengi
Yani;sararmış yaprak rengi
Yani; bir “sarı sıcak” rengi
Yani; benim adım güz...
Aralık/98

Nov 7, 2008

tadından yinmezgiller

İstanbul'dan kitaplarım, Maraş'tan elmalarım kolilerle, ardarda gelince pek bi sevindim elbet...
 
Posted by Picasa


Okuma grubumuz önümüzdeki aylarda okuyacağımız kitap listesini oluşturur oluşturmaz siparişlerimizi verdik. Çarşamba gece yarısı verdiğim siparişlerin Cuma sabahı 9.30 da elimde olması vesilesi ile "idefix" e de "mng kargo"ya da sempatik hisler besler oldum söölemeden geçemiyciim. Bizi dışarıdan takip eden sevgili çevrem için bildiriyorum, listemiz şöyle:

Masumiyet Müzesi-Orhan Pamuk
Düşüş- Albert Camus
Kedi Mektupları- Oya Baydar
Karanlıktaki Adam-Paul Auster
1939 Ya da Öyle Bir Yıl-Nicholas Seare
62 Maket Seti- Julio Cortazar
Hayaletlerin Göçü-Pauline Melville
Yaralı Zaman-Ferit Edgü
Hayatın Anlamı-Mehmet Açar
Flaubert'in Papağanı-Julian Barnas
Gene Aşk- Doris Lessing
Utanç- John Maxwell Coetzee
Kayboluş- Georges Perec

İyi okumalar diliyorum kendime:)

Oct 28, 2008

KOCA TEMBEL-Romain Gary



Yahu şöyle eğlenceli, kederi kasveti olmayan bir kitap yok mu? demişti Şamil geçenlerde , ben de var elbette demiştim, var da kim bilir nerde... Koca Tembel'i okurken "Hah, işte bu kitap o kitap " dedim önce... Okurken sık sık gülümsüyorsunuz.
İnsan neden evinde bir piton besler?
Fas' a gezmeye giden Michael Cousin oradan bir pitonla dönüp onu evinde beslemeye başlar. Pariste evde yaşayan, iki metre boyunda bir piton ne yer ne içer?
Romanda, aklı karıştıran uzun ve ağdalı anlatımlar, birbiriyle bağlantısız görünen yorumlar, gereksiz akıl yürütmeler önceleri kitabın tadını kaçırıyor. Sonra, bunların yazarın değil Cousin'in akıl yürütmeleri olduğunu fark ve kabul ettiğinizde kitaba da hoş kokulu bir tad yayılmış oluyor nihayet. Yazarın ustalığına teslim oluyorsunuz, o dakika.
Peki bir insan niye evinde piton besler?
"neyse, gidip yattım, gizli radyomu açtım; bu, benim kalkıp kendime doğru yürüdüğüm, kendimi kollarımın arasına aldığım ve böylece avuç içinde uyuduğum anlarımdan biridir" diye bir alıntı yapsam cousin'in sözlerinden, sanırım yeterli olur niye? sini anlatmak için.

BENİM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM- Gabrıel Garcia Marquez



Okurken farkettim kitabı daha önce de okumuş olduğumu ancak ne zaman olduğunu hatırlayamadım. Kitap kendi kitaplığımda bulunmadığına göre büyük ihtimalle teyzemlerde kaldığım bir ara Sinem'in kitaplığından alıp okumuş olabilirim.

Doksanında bir ihtiyar, ondördünde el değmemiş bir kız... Hiç aşkı tatmamış ihtiyar gazetecinin ömrünün son yıllarında karşısına çıkan, ve kızı uykusunda izleyerek yaşadığı bir aşk...

Kitabı daha önce okuduğumu unuttuğuma göre pek etkilenmemişim. İkinci okumamda da çok etkilenmedim. Aşktan çok bir zavallılık, bir yaşama tutunma çabasının süslenmesi izlenimi uyandırdı bende kitap. Yine de dil,anlatım, işleyiş gözönünde bulundurulunca, okuduğuma pişman olmadığım gibi yazarın bir kitabını daha okumak niyetindeyim.
Kalbimi kırmayın!
Çünkü kalbim kırılınca
İçindekiler
Dökülüp saçılıyor hayata
Elimi kesiyor kalp kırıkları
Dökülenleri toplayamıyorum bir daha
Posted by Picasa

Oct 21, 2008

SUSTALI - Emmanuele Bernheim


İçinde de bir adamı yaralama isteği taşıyan genç bir kadın o isteğe yenik düşüp sürekli çantasında taşıdığı sustalıyı kullanıyor nihayet... Sonrası... Sonrası bir dönüşüm, bir iç muhasebe. Öfkeden çok özlemden, yalnızlıktan kaynaklı o yaralama isteği, aynı derinlikte bir yara sarma çabasına dönüşüyor kısa zamanda, kendi iç yaralarını sarma çabasına...

Sustalı kadın, kadınlığın biraz da delilik olduğunu bilen bütün bayanlara tanıdık gelecektir:)

İstanbuldan dönerken okumuştu kitabı Elvan, bana da o verdi. Tam bir yolculuk kitabı. Dili, anlatımı son derece sade, ifade tarzı oldukça başarılı, üstelik bir kaç saatte bitirebileceğiniz gibi ince bir kitap.

Oct 20, 2008

Blogumdan baktım tarihe. Tam bir ay olmuş ben avukatla görüşüp eski dershanemle sorunumu halletmek üzere adım atalı. da... ben adım atınca bitmiyor işler... Memlekette bir adım atamama hali var, bir işe başlayamama, doğru dürüst iş yapamama hali. İlginçtir ben kendisine başvurduğumda "oo hemen hallederiz, asarız, keseriz ,yağarız , gürleriz..." deyip mangalda kül bırakmayan avukatım, ilk 15 gün zarfında telefon edip kendileriyle uzlaşmaya bile vakit bulamamış sözde. Ben, "becerememiş" diye tanımlarım bu telefon edememe halini. Sonraki 15 günde de bütün dürtüklemelerimize rağmen sadece sekreteri bile aşamadığı telefon konuşmaları yapmış ki bu da beceriksizliğin daniskası bana kalırsa. Bütün bu süreci dönüp bildirme zahmetine de katlanmayan avukatımıza göre, yeni aşamamız yasal işlem başlatmak olacakmış bu hafta içinde.

Merakım nasıl kabarık bir bilseniz... Sözde alanına en hakim avukatlardan biri buysa ve iş görme becerisi bu kadarsa, diğerleri ne alemdedir kim bilir? Memlekette iş yaptırmak için sürekli yüksek ses tonuyla, asabi kıvamda olmak mı gerekir? Herhangi bir mağduriyetinizin olması, her zaman mağdur olmanız için bir gerekçe midir?İşini doğru dürüst yapan bir Allah'ın kulu yok mudur şu memlekette? Haklarına nasıl sahip çıkar insan bu adaletsizlikler ortamında? Daha kötüsü, sürekli birinin haklarınıza saldıracağı korkusu delirtmez mi bu toplumu? Toplumun aklı başında mı acaba?

Yazmak istemiyorum daha fazla. Yazdıkça olumsuzluğum artıyor ne yazık, ne yazık umutsuzluğum büyüyor gittikçe... Aklıma başka örnekler geliyor, hastanelerde, okullarda, otobüslerde yaşanmış birbirinden tatsız örnekler...

Ümidim bitsin istemiyorum. Bütün bu ahlaksızlar, beceriksizler, akılsızlar ordusunun başarıları utandırıyor beni. O yüzden devam etmeyeceğim bu yazıya. Dışarı çıkıp sonbaharın tadını çıkaracağım. İnadına...

Oct 19, 2008

TAYMASKH - Leça Yahyaev


Bir bayram ziyaretinde çevirisini kendisinin yaptığını söylemişti Ahmet Amca ve kendi evindeki kitaplardan bir tanesini vermişti bana:) Nihayet sıra "Taymaskh"a geldi. Çeçen yazar Leça Yahyaev'in 1991 yılında Grozni'de basılan ve 2000 yılında Türkçe'ye çevrilen kitabı, bir Çeçen kadın savaşçının adını taşıyor ve Rus-Çeçen savaşını, savaşla iç içe Çeçen köylülerinin yaşamını anlatıyor. Kitabın edebi anlamda bir albenisi yok, ancak Çeçen halkını, Çeçenlerin yaşam tarzını merak edenlerin severek okuyabileceği bir kitap.
Benim kitaba hevesimi artıran, Ahmet Amca'nın asıl işinin çevirmenlik olmayışı.(Kendisi makine mühendisi) Üstelik amatör bir çevirmen için, 300 sayfalık kitabın çevirisi de oldukça başarılı.

Oct 12, 2008

miskin pazar nasıl kurtulur?

Yağmurlu desen yağmurlu değil, güneşli desen güneşli değil... Sonbaharın kızıl-sarı bir pazar gününü şehrin miskinliğinden kurtarmanın en güzel yolu yola çıkmaktır. Güzel bir yola... yeşil-sarı-kızıl bir yola... ağaç kokan, ot kokan, toprak ve hatta ara ara gübre kokan bir yola... sessiz bir yola...
 

dalından kopan meyveye hasret şehirli çocuk merakıyla uzanmak dallara. kızıl kuşburnulara... erik ağaçlarına... yaban armutlarına... alıç ağaçlarına...
 

7,5 kmlik yürüyüşten sonra yedi saattir pişmekte olan güvece dalmak kaşıkla... Vurmak kendini ayrana...
 

ve semaverde demlenmiş nefis bir çay içmek güzeeel bir sohbet eşliğinde.
 
Posted by Picasa

Budur miskin bir sonbahar pazarının başına gelebilecek en güzel şey, daha ne ola?

Oct 9, 2008

tırınırınım...

Gitar derslerine başladık... Hatta ilk dersin sonunda aşağıdaki videoda göreceğiniz nefis parçayı çalar oldum. Zaman bize bütün şarkıları aynı melodide söylemeyi becerebilen! anne tarafıma mı, yoksa duyduklarını hemencecik (babaannemi ben görmedim duydum; ama amcam ve babam iyi pışine çalarlardı) çalabilen baba tarafıma mı çektiğimi gösterecek. De hade bakalım...


not:Akordeon'un küçüğüne pışıne denir ve pek çok Çerkes köyünde, düğünlerde, pışıne çalınır.

çatur-çutur, şangur-şungur

Deliler gibi çalışmıştık. Gerekli-gereksiz milyonlarca bilgi yığmıştık beynimize. Sayılar, formuller, ispatlar... Kafamız ağırdı çok, taşıyamıyorduk ve son sınavımızdı okulda girdiğimiz. Derken yakın arkadaşım Devrim de çıktı sınavdan. Bakışları donuk, şaşkın, allak bullak... Ağır ağır inip merdivenlerden oturduğum masaya geldi, yavaş-çok yavaşça oturdu bir sandalyeye.
-Devrim, dedim, ne oldu? İyi misin? Bir sorun mu var?
-Eeee, dedi, okul da bitti... Şimdi ben bu bildiklerimi nereye götüreceğim?

Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazanamamışım. Az önce öğrendim. Neden bilmem, Devrim'in o allak-bullak bakışları geldi gözümün önüne.
-Eeee, dedim, şimdi ben bu yazdıklarımı...

Neyse... Der ki Haldun Taner usta: Bir hayalin gerçek olması kadar hayal kırıcı ne olabilir ki?...

Sep 28, 2008

Çocuklar,
Altın yapraklarla oynuyor
Penceremde
Haberin olsun, dedim
En çok sonbahar yakışır
Bu kente...Posted by Picasa

Sep 27, 2008

KÖRLÜK - Jose Saramago

Bir süre daha Saramago okuyacağım, demiştim Yitik Adanın Öyküsü ile ilgili blog yazımı yazarken. Orada da belirttiğim gibi ifadelerin zorluğuna karşın seçilen konu ve işleniş "bir usta"nın kalemini okuduğumu hissettirmiş yeterince tad alamadığımı düşünüp kendime kızmıştım biraz. Haklıymışım... Ancak yeterince tad alamamın nedeni kendi algı zayıflığım ya da "kıt"lığım değil, berbat bir çeviri ile karşılaşmış olmammış, iyi bir çeviri ile karşılaşınca buna karar verdim.
Körlük, son dönemde okuduğum en iyi kitaplardan biri. Yazarın uzun, dolambaçlı, kendine özgü anlatımın derinliği, akıcılığı ve tutarlılığı şaşırtıcı düzeyde. Her zamanki gibi oldukça ilginç de bir konusu var. Sıradan bir adamın trafikte aniden kör olmasıyla başlayan körlük salgını kısa zamanda herkese yayılıp medeniyeti esir alıyor. Böyle toplu bir körlük karşısında insanların bireysel ve kitlesel tepkileri neler olur... Ben kitabı elimden bırakamadan, bir solukta okudum ve okurken hep o körler arasında hissettim kendimi. İlginçti...
Tam da kitabın konusundan nefis bir film çıkabileceğini düşünürken internette "körlük film oluyor" başlığını okudum, merakla beklemekteyim.
Saramago'nun diğer kitaplarında da seçtiği konular oldukça ilginç... Mesela Yitik Ada'nın öyküsünde , İber Yarımadası günün birinde yerinden kopup okyanusta hareket ediyor ve dönüp dolaşıp eski yerine geliyor. Birbiriyle alakasız beş ayrı insan bu kopuşun kendi başlarına gelen doğa üstü olaylarla alakalı olduğuna inanıp iz sürmeye başlıyorlar.

Bir başka kitabında kimse ölmüyor... Kimsenin ölmediği bir dünya...

Son kitabında, bir ülkede yapılan seçimlerde bütün oylar boş çıkıyor...

Üstelik yazar bütün bu konuları işlerken gerçekle gerçeküstünü son derece başarılı bir biçimde harmanlıyor ve siz mantık bağlantıları aramayı bırakıp akışa kolayca ayak uyduruyorsunuz.

Körlüğü okuyun mutlaka, kör olmadan...




Sep 23, 2008


Her yıl çalıştığım kurumlarda 1-2 maaş bırakma huyumu (bu bende huy haline geldiğine göre sektörde bu konuda da alışkanlık var demektir) bırakmaya karar verdim ve avukata gittim. Daha önce de benzer denemelerim olmuştu ancak avukatla görüştükten hemen sonra çeşitli nedenlerle geri çekilmiştim.

Bu nedenler neler? Kimi zaman avukatların umut vaad etmeyen, çok uzun süreler öngören açıklamaları, kimi zaman tembellik, kimi zaman vicdan... Öyle mahkemeli-avukatlı bir yaşantıdan gelmediğimden olsa gerek konuyla ilgili bilgim az olduğu gibi önyargım da fazla. Garip te bir tedirginliğim var (o niyeyse, sanki mahkemeye verilen benim) Birini yasal yolla uyarmak en doğal hakkım olmasına rağmen (üstelik de mağdurum basbayağı) iç ezen bir suçluluk duygusu da peşimde... Kendi kendime uzun süreler can sıktıktan sonra "böyle olmamalı! Bize birşeyleri yanlış öğretmişler!" diyip kendi iç muhasebemi tamamlar tamamlamaz bir avukatın yanında aldım soluğu. Sağ elimin işaret parmağını sol elimin avuç içine vura vura "bir bir "anlattım durumu.

Kendisi de geçmişte dershane öğretmeni olan (dolayısıyla sektörün sıkıntılarından da son derece haberdar) avukat beyle uzunca sohbet etme şansımız da oldu ve anlattıkları üzdü beni. Çünkü ben yaşadığımız pek çok sıkıntının sektöre ait sıkıntılar olduğunu düşünüp için için kendi makus talihime küserken memleketin geri kalanı için umutlu ve de mutluydum. Avukat bey anlattıklarıma hiç şaşırmadığı gibi bunun yaygın bir durum olduğunu söyledi. İlaç firmalarında, gıda sektöründe, turizimde, sağlık sektöründe de işlerin benzer şekilde yürüdüğünü örneklerle anlattı bana. E o zaman nerde bizim haklarımız? Nerde haklarını ve onları kullanmayı bilen vatandaş? Bu kanunlar kimin için ve onları kim, nerelere sakladı peki! diye sorasım geldi tabii. Sorularımın bir kısmını avukat bey yanıtladı bir kısmını da daha sonra düşünüp bulmak üzere ben kendime ödev verdim:)

Peki şimdi ne olacak?

Önce avukatım(vay beaa, havalı ifadeymiş:) ilgili kurumla mahkeme aşamasına gitmeden uzlaşma arayacak. Kendilerine hemen ödeme ya da uygun bir ödeme planı yapma şansı tanınacak.

Kurum uzlaşmaya yanaşmazsa kendilerine bir ihbarname ile(ihbarname noter kanalıyla gönderilir ve dershaneyi kuran 'şirket adına' gönderilmiş olması önemlidir), ödeme yapılmadığı takdirde mahkeme yoluna gidileceği bildirilecek. Yasal süreç bu adımla başlamış oluyor. Bu ihbarname olmadan mahkeme aşamasına geçilmiyor. Çünkü bu ihbarname ile siz yasal olarak alacağınızı istemiş oluyorsunuz, aksi takdirde telefon etmişsiniz, filancayla haber yollamışsınız, gidip istemişiniz gibi durumların bir geçerliliği yok.

Mahkeme aşamasına geçildiğinde orada çalıştığınıza, aldığınız ücrete vs dair belgeler önemli. Bu nedenle almadığınız maaşların bordrolarını imzalamayınız. Başka sektörleri bilmem ama bizde ödenmemiş maaş bordroları bir katakulliye getirilip imzalatılmaya çalışılır, hatta "hocam şunu imzalamanız gerekiyor" diye dayatılır genellikle, ancak almadığınız maaşı imzalamama hakkınız var, dahası bordro imzalama işi bunun için yapılıyor. Çalıştığınız sürede (özellikle de kurumun kadrolu elemanı değilseniz) orada çalıştığınıza dair sizin ve kurumun ilgili imzaları bulunan belgelerden edininiz (sözleşme, zümre tutanağı, kurul tutanağı vs)ve illede saklayınız. Son olarak iki de şahidiniz olmalı; ki kendileri sizin kurumda çalıştığınızı, aldığınız ücreti ve alamadığınız kadarını onaylayabilecek.

Ayrıca çalıştığınız süre içerisinde yatırılmamış sigortanız varsa (bunu iki ay gecikmeli olarak internet üzerinden kontrol etme şansınız da var) bu durum, kurum için oldukça sıkıntı yaratacaktır. Sigortanızın yatmadığını farkettiğinizde avukata vs gitmeden Çalışma Bakanlığına şikayet de edebilirsiniz. (Bildiğim kadarıyla şikayetiniz gizli tutuluyor)

Üzücü tabiii. Uzun süre , üstelik eğitim gibi bir amaç uğruna emeğinizi akıttığınız kurumlarla uzlaşamaz hale gelip daha sert yaptırımlarla anlaşmaya çalışıyor olmak. Ancak görüyorum ki memlekette haksızlığa uğrayan insanlar (sayıca çok fazlalar) iyi olmak, vicdanlı davranmak, uzun ve sancılı süreçlerden kaçınmak adına(e zaten haksızlığa da bu yüzden uğramışlardır aslında) hep birer adım geri atarken; arsız, yüzsüz ve haksızlıkla güçlenen insanlar iki adım öne çıkmakta.
Ben böyle bir toplumda yaşamak istemiyorum. Çarkı durdurmaya yetmez biliyorum ama, yine de bir kıymık sokayım dedim. Hukuka güvenmeye ihtiyacım var benim , iyilerin de kazanacağını görmek isityorum memleketimde ve merak ediyoruz ailecek süreci... Size de anlatırım yaşadıkça:)

Sep 21, 2008


Herşey aylar önce başlamıştı. Mutfağa girip "el mi yaman bey mi, görelim bakalım" demiştik ve bey yaman çıkmıştı:)bkz.samil
Eşimcim o yazıyı yayınladığında yazılı ve sözlü pek çok yorum aldığımız gibi yaklaşık bir yıldır da pek çok kez gündeme geldi konu.Üstelik zaman zaman müsabakaya dışarıdan katılımcılar da eklendi. Kimileri en güzel kabarmış kek, kimileri en nefis kek, kimileri en bilmem neli kek dalında yarışırken çoğalan katogori başlıkları beni epeyi şaşırttı. Örneğin resimde "kasede kek" dalında yarışan sevgili Esra(nın elleri:) ve nefis keki...
Not:Tamam, kek kalıplara sığmayıp kendini dağıtmış olabilir ama tadı son derece güzeldi bence:)

Sep 18, 2008

tatar çölü


Okuma grubumuzun seçtiği ikinci kitap Tatar Çölü. Kitabı seçerken okur-anlarlığına pek bir güvendiğimiz Birol'un tavsiye etmiş olması önemliydi tabii. Sonra biraz araştırınca gördüm ki "20. yy'ın başyapıtı" gibi ifadeler var kitap için. Pek bi hevesle başladım okumaya.
Kitabın çok akıcı olduğunu ve "başyapıt" sıfatını hakettiğini iddia edemeyeceğim ne yazık ki. Yine de okuyup bitirdiğimde kendimi zaman kaybetmiş gibi hissetmemem önemli.
Okuma grubumuzun ilk somut faydasını gruba iletilmek üzere kitap üzerine bir inceleme yazarken görmüş oldum aslında. Normalde, yukarıdaki iki paragraflık özetle geçiştireceğim değerlendirmemi daha derin yapmak zorunda kaldım ki bu da okuduğum kitap üzerine uzunca bir süre düşünmemi gerektirdi. O zaman "Tatar Çölü"nün ilk izlenimimin aksine fena bir kitap olmadığını düşündüm. Ama daha önemlisi, kitapları "olmamışlar", "eh fena değiller", "olur gibi olmuşlar" gibi acımasızca sınıflandırmamaya karar verdim. Fazla ukala buldum kendimi. Ayıpladım. Silkelendim ve kendime geldim. Acaip süper oldum:)

Sep 15, 2008

Yine mi güzeliz yine mi çiçek?

 
Posted by Picasa


"HADİ!" deyip geldi Conan. Bu "hadi" ler olmasa ne olacak bizim halimiz bilmem ki?
Kim emek verip büyütecek çocukluğumuzu, kalbimizin kırıklarını kim saracak, kim söyleyecek gözümüzün içine baka baka büyüdüğümüzü, şımarıklıklarımızı kim çekecek, kim katlanacak kaprislerimize? Biz nasıl ölçeceğiz boyumuzu her yıl, bu hadiler olmasa? Şehirlere nasıl alışacağız, bizi nasıl sevecek o şehirler "hadi!" ler olmadan? Uzak iklimlerin insanları nasıl buluşacak aynı masada? Uzaklar nasıl yakın olacak? Yakınlardan kaçmak nasıl mümkün olacak "hadi! " ler olmasa. Hadi canım!!! "Hadi!"siz hayat olur mu yahu:)

Sep 8, 2008



Serinin ilk kitabını(tarihi değiştiren olaylar) çok büyük bir keyifle okuduğumdan, bu ikinci kitabı okuyacaklarım listesinde biraz öne alıverdim. Ne yazık ki ikinci kitap ilkinin aksine tam bir hayal kırıklığı oldu benim için. Daha önce pek çok bilim adamının hayatını okumuş olmamın etkisi büyük tabii, ancak benim asıl tadımı kaçıran, kitabın beklediğim derinlikte bir derleme-araştırma olmaması. Üstelik kitapta rastladığım, "temel trigonometrik kavramları ilk kez açıklamış ve kullanmıştır" ifadesinin iki ayrı bilim adamı için kullanılması, kimi fizik yasalarının sadeleştirilmek adına yontu haline getirilmesi gibi özensizilikler de epeyi hevesimi kaçırdı. Bütün bunlara rağmen lise çocukları açıp okusun, diyebilirdim ama kitabın sonlarına doğru iyice ayyuka çıkan yazarın inanç saplantısı beni şüpheye düşürdü. Neredeyse her bilim adamının inancıyla ilgili bir not düşen yazar Darwin' e ayrılan bölümün sonunda kendini yetkin hissedip evrim teorisini yorumlamış. Mevzu evrim olmuş, izafiyet olmuş, yer çekimi olmuş, çembermiş üçgenmiş, o değil benim meselem.Benim derdim "had bilmek" , bilinsin lütfen.

Sep 2, 2008

çatlak patlak yusyuvarlak kremalı börek...



Kaç zamandır dikkat ediyorum, bir kinaye, laf sokuşturma, ağzının payını verme, lafla insan yaralama merakı var bu toplumda... Ne oluyor yahu? Deli misiniz? Eğer bilmiyorsanız ben söyleyeyim, delisiniz. Yok yok , durumu daha vahim birşeysiniz.
Geçen gün markette başladı herşey:
1.teyze: Şu poşetlerinizi çekseniz de biz de geçsek! (kinayeli ses tonu ve söyleyiş tarzı kasa sırasında ki benim bile sinirimi zıplatmaya yetti. Üstelik azıcık dikkat etse 2.teyzenin kasada işinin bittiğini, zaten gitmek üzere olduğunu farkedecek. Kim kasa çıkışında keyfi olarak bekler ki?)
2.teyze: Çekicez tabii. Burda kalacak değiliz ya. (Amanın o birinci teyzeden de yaman çıktı, şap diye yapıştırdı lafı.)
Allahtan 1.teyze uzatmadı, yüz ifadesiyle "seninlen muhattap olamiyciim" hissiyatını verip çemkirişmeyi sonlandırdı.
İçimden "ülen kocaman kadınlarsınız, yakışıyo mu bu sabırsızlık, empatisizlik, laf ebeliği... hani nerde tonton teyze sempatikliği, sevgi-şefkat pıtırcıklığı" diye kınım kınım kınarken teyzemgilleri, iki tezgahtar arasındaki başka bir laf dalaşı çalındı kulağıma. Tesadüf müdür algı da seçicilik mi bilmem, o günden beridir de her yerde benzer konuşmalara şahit oluyorum. Bir sabırsızlık var memlekette. Gücü yeten gücünün yettiğine sallıyor usturadan bozma dilini, kesmiş biçmiş umurunda değil..."İnsan olmak" halini unutuyoruz hep. İnsan hata yapar. Hangimiz trafikte hata yapmıyor? Ben bilerek ya da bilmeyerek hiç bir toplumsal kuralı ihlal etmiş değilim! diyecek babayiğit var mı aramızda? Ya da, ben hiç birşeyi unutmam diyecek? Herşeyin en doğrusunu biliyorum, olması gerektiği gibi de yaparım diyebilecek? Elim titremez, başım dönmez, dilim sürçmez benim, diyebilecek bir gafil var mı aramızda?

Benim yötemim şu: Davranışa dönüşmemiş, üstelik de benzerini benim de yapma ihtimalim olan hatalar için ses çıkarmamaya, ses çıkaracaksam tonuna da tınısına da dikkat etmeye çalışıyorum. İnsanlık hali... diyorum.(demeye çalışıyorum:)
Davranışa dönüşmüş olanlara da, özellikle yetki alanımda değilse, kolay kolay müdahale etmiyorum.(bkz vurdumduymaz vatandaş:) Müdahale edenler için söyleyeyim, agresif tepkiler, insanları yanlış davranışının arkasında durmaya iter genellikle.(bkz 2.teyze) Misal bu yazıma olumsuz, agresif bir comment yazarsanız, yazmaktan da okumaktan da nefret ettiğim bu homur homur homurdanan, eleştiren, akıl veren yazılardan bir tane daha yazarım ona göre!

Aug 26, 2008


" VEKTÖR"

E başlık atıldığına göre tahtaya, dönem başlamış demektir.
Kolay gele bana:)

Aug 23, 2008

Uzun zamandır sözde oluşturup özde bir türlü faaliyete geçiremediğimiz okuma grubumuz nihayet cana geldi. Karar da verildi, ilk olarak Saramago okunacak.
E peki...
Jose Saramago'nun kendine özgü dili, anlatım tekniği, özellikle de imlası oldukça yorucu geliyor başlangıçta, ancak kurgu başarısı okuyucunun kopup gitmesine engel olup onu kitabın içinde oyalerken,okuyucu o garip dil ve anlatıma da alışıyor yavaştan. "Yitik Adanın Öyküsü" tıpkı yazarın diğer kitapları gibi kolay akla gelmeyecek bir konu edinmiş ki bu da uzun zamandır kitaplardan alamadığım bir tad verdi bana. Bir süre daha Saramago okuyacağım anlaşılan:)

Not: Kitabın çevirisinden şikayetçiyim(berbat deniliyor buna). Daha iyi bir çevirisi varsa onu okumanızı öneririm.

Aug 19, 2008

tatil bitti...

Beş haftalık ayrılıktan sonra nihayet döndük evimize. Kendi yatağım dışında geçen her geceyi ziyan kabul eden benim için oldukça meşakkatli bir beş haftaydı elbette.

Kolay olmadı tabii beş haftalık tatili planlamak. Düşündük taşındık, bu süreyi nerde geçirsek en az homurdanırız diye. "İnsan insanı yolculukta tanırmış" düsturunu da göz önünde bulundurarak dünyanın ille de görülmesi gereken dört önemli şehrini gezmeye karar verdik. Çorum, Paris, Londra ve Kahramanmaraş.

 
Posted by Picasa


Her yıl en az bir hafta mutlaka giderim köyüme. Babam köye tepeden bakan mezarlıktaki mermer evceğizinde kalmaya başladığından beri daha anlamlı, daha içten, daha zorunlu olmaya başladı o gidişler. Biz çocukken tatil olur olmaz bütün mırın-kırınlara rağmen köyüne koşturan babamı ancak şimdi anlıyorum ben. Niye? diye sorardık sık sık. Neden her fırsatta? Neden her yaz? Şimdi biliyorum yanıtını, onuda babası çağırırmış meğer...
Her yaz aynı dönem köyde toplanan teyzeler, amcalar, halalar, kuzenler... Orası olmasa bu kadar tanıyıp sevebilir miydik birbirimizi? Ortak bir yaşam kültürü olur muydu darmadağın hayatlarımızın? Bambaşka şehirlere, ülkelere, sosyal ve kültürel sınıflara dağılmamıza karşın bu kadar iyi anlıyor ve kabullenebiliyor olur muyduk birbirimizi? Sanmıyorum... Bozkırın ortasında söğütten başka ağaç yetişmeyen o küçük köy olmasa, orda geçen zamanlar, sabaha kadar muhabbet etmeler, saklambaç oynamalar, çamurdan pasta yapmalar, nohut tarlalarına akınlar, çeşmelerde sırılsıklam olmalar, balık tutmalar, birlikte yenen o şölen tadında yemekler, düğünler, cenazeler bütün o birlikte gülme ve ağlamalar olmasa, kanbağından ibaret olacaktı akrabalığımız, gün ve gün zaman aşımından incelip kopmasını bekleyecektik.
Çocukken de, ablam ve kardeşime oranla daha çok severdim köye gitmeyi. Orda onların canını sıkan zamanın durmuş olması hissi beni daraltmazdı. En küçük fırsatta bahçeden kaçıp birilerine gidesim de gelmezdi. Babamın her bir otun yerini dahi ezbere bildiği bahçede öylesine, bomboş, saatlerce oturabilirdim elimin altında okuyacak bir kitabım yoksa bile. Kuş sesi, söğüt dallarının hışırtısı, evin yanındaki çeşmenin şırıltısı...

 
Posted by Picasa


Şırıltı demişken, Sen Nehri de fena değildi tabii:)
Soranlara "becerebilirsek" ön açıklamasıyla anlattığım tatil planımızın ikinci etabını da başardık nihayet. Becerebilirsek diyordum, çünkü herhangi bir turdan bağımsız olarak tasarladığımız Londra-Paris gezisi organizasyonu giderek içinden çıkılmaz hale geliyordu. Özellikle sevgili bankamızın aşırı başarılı çalışma sistemi ve memeleketim memurlarının şaşırtıcı algı düzeyi, bizi sürekli çıkmazdan çıkmaza sürüklüyor, istediğimiz her belgeye karşılık aldığımız alakasız bir belgeyle kördüğümümüz abarıp duruyordu. Biz de bulaştığımız belanın sıkıntısıyla oflayıp pofluyorduk kiiii uçak Paris'e iniverdi.
 
Posted by Picasa


Paris'i "rüya gibi" diye tarif edenlerin rüyaları ile kendi abuk sabuk rüyalarım arasındaki fark yıktı beni... Kıskandım elin oğlunu rüyalarından ötürü ve rüyalarıma çeki düzen vermeye karar verdim bu vesile ile.

Bütün şehre aynı doku hakim sanki, bütün hayata... Binalar, sokaklar, şehrin ortasından geçen nehir, köprüler ve insanlar... Herşey kahve rengi ile yeşil'in en pastel tonlarıyla ve krem rengiyle donanmış. İnsanlar aynı uyuma dahil. "Bir şehirde herkes mi şık olur kardeşimmm!" demişti Müge Paris için, katılmıyorum kendisine. Çok şık bulmadım Parislileri ama sade giyimlerini bir fular ya da şalla özgünleştirip kendilerini şehrin genel dokusuna bir puzzle'ın parçası gibi konduruşlarını takdir ettim doğrusu. Herhangi bir manzaranın bir köşesine ilişmiş bir Parisli o kadrajın olmazsa olmazı gibi duruyor çoğunlukla. Geniş, oturmalık balkonlar yerine sadece küçük pencere önü çıkıntıları var binalarda.O küçük balkoncuklara çiçek koyma kültürü çok yaygın, ki şehrin renk ihtiyacını balkonlardan sarkan o deli pembe çiçeklerin karşıladığı kanısındayım. E balkon da yoksa nerde oturuyor bu Parisienler?
Bahçesi olmadığından iki kişilik küçük masalarını kaldırıma dizerek trübünleştirdikleri cafelerde. ve işte o cafeler, Paris için bir başka simge.
Velhasılı "şurasını gezdiniz mi, burasını gördünüz mü?" diye sorulan her yerini gezdik ama bence özel olarak ayırmanın bir anlamı yok. Her tarafı heykeller, oymalar, kakmalar, işlemelerle dolu müze gibi bir şehir Paris. Bir ara gözlerimi kısıp hin bakışlarla ağzımı yamultarak "Ulan kesin bu dekorun arkasında şööle vıncık vıncık bir büyükşehir var , bulacam onu!" diyerek sevgili eşimi de çekiştirerek arka sokakalara attım kendimi. Balkonlarından pembe çiçekler sarkan, köşelerinde şirin cafelerin bulunduğu sokaklardan başka bişey bulamadım.
 
Posted by Picasa


Londra'ya iner inmez yanımdaki çok bilmiş insanı "noluyo lan!" diye ünületen bir kargaşanın içinde bulduk kendimizi. Benim durumumdan bahsetmeyeceğim bile. Ellerinde çantalarla koşturup duran, birbirine çarpmamak için hamle üstüne hamle yaparak savuşup geçişmeyi çoktaan öğrenmiş insanlar kalabalığı. Paris, huzur, doku, kahverengiler, rüya... POF... Paris'teki şirin ve konforlu otelimizden sonra Londrada vasat bir otelde kalıyor olmamızın ve bedenimizin sınırlarını Pariste yeterince zorlayıp kendimizi Londra'ya insan posası şeklinde getirmiş olmamızın etkisinden midir, yoksa Paris gibi bir rüyadan sonra başka bir şehri hazmetmenin zorluğundan mıdır bilmem, pek sevemedik Londra'yı. Güzel , büyük, ilginç ama herşey biraz zorlama hissi uyandırdı bende. Yani Londra'yı Londra yapan turistik donanımın çoğu "ulan netsek turisti burda oyalar , paund paund paralarını alırız" düşüncesini açık ediyor. Bana kalırsa turistik şehirlerin olmazsa olmazı, yükseklik duygusunu tatmin etme aracı kulelerin modern ve teknolojik uyarlaması olan London Eye Çoruma da yapılsa olurdu mesela. Londranın tarihi, iklimi, coğrafyası, dokusu ile ilişkili bir durum değil yani. Adamlar kafa yormuş , fikir üretmiş, para harcamış ve uygulamuış. Takdiri haketmiş:)

Londra'da nerdeyse her mevzu müzeleştirilmiş, müzelerin pek çoğu ücretsiz olarak halka açılmış, üstelik müzeler eğitimin hizmetine verilmiş, bayıldım doğrusu. Bir de üstüne o kalabalık keşmekeşin ortasındaki yeşil alanları, parkları, o parklarda şehrin koşuşturmasından ayrışıp başkalaşan hayatı görünce Londra'nın bizim gibi doku meraklısı turistler için değil, orda yaşayanlar için dizayn edilmiş olduğuna karar verdim.

Ve Maraş... Gezmek, sohbet etmek, sosyalleşmek konusunda kotası çoktaaan dolmuş vucudumuzun son durağı. En son geçen bayramda gidebildiğimiz eşimin babaocağı... Anne-baba-eş-dost ziyaretleri. Hiç bir geçmişimin olmadığı o küçük kasabada olacağını bildiğim gelecek için kök salma çabaları. İlginç oluyor Maraş gezileri benim için. Kendi geçmiş yaşamım, özellikle akraba ilişkilerimizle kıyaslamalar yapıyorum sıkça. Benzerlikler şaşırtıyor, ayrılıklar garip bir korkuya neden oluyor.
Orda olmamızdan duyulan mutluluk, mutlu ediyor...

foşur foşur kitap okuyorum:)



Kitap, adını oluşturan söcüğün anlam derinliğini dolduramamış ne yazık ki. Boston'da karşılaşmış bir grup kafası karışmış insan hikayesi-hikayelerinden hiç biri "Araf" sözcüğünün içinde barındırdığı boşluk-asılı kalmışlık hissine yakalaşamıyor, doğuştan intihara meyilli olsalar bile... Son sayfa bitip arka kapak kapandığında kendimi bir kitap okumuştan çok, akşamları Türk Televizyonlarında sıkça karşılaşabildiğimiz dizi filmlerden birini seyretmiş gibi hissettim.

Kitap İngilizce olarak kaleme alınıp Aslı Biçen tarafından Türkçe'ye çevrilmiş. Benim gibi kıt İngilizcesi olanlar için başka bir dilde kitap yazabilmek gıpta edilecek bir durum tabii. Ama bana asıl ironik gelen, seçilen konu ve dil gözönünde bulundurulduğunda, asıl "Araf"ın kitabın yazılış hikayesi ile daha çok anlamlanıyor olması.

Jul 9, 2008


Beş-altı yıl önceydi. Artık küçük bir kasabada yaşamak üzere yola çıkıyordum. Kalbimin kızıl saçlı cadısı Sinem, kendi kitaplığından seçip sarı bir kurdele ile paketlediği iki kitap tutuşturdu elime."umarım seversin..." dedi.
O iki kitap olmasa, üç yıl kaldığım o küçük kasabayı anlamamış, sevememiş, görünenin ardındaki yaşamından hiç sebeplenememiş olarak dönecektim belki de.
"Gölgesizler" ve "Sonsuzluğa Son Nokta" dan sonra "Kayıp hayaller Kitabı", "Bin Hüzünlü Haz" ve "Uykuların Doğusu" da bana hep aynı tadı; okuma, yazma, yaşama sevincini verdi. Ağzımı şapurdatarak kapattım her bir kitabın arka kapağını. Bir süre üzerine birşey okumaya ya da yazmaya cesaret edemedim.
Harfler ve Notalar bir öykü kitabı ya da roman değil... Bana kalırsa "abi elinde bişey varsa getir yayınlayalım" denmiş de bunun üzerine yayınlanmışçasına konu bütünlüğünden uzak denemeler var içinde. Yine de çoğu, yazarın yazarlık serüveni, okuma, yazma, düşünme tarzı üzerine fikir veriyor okuyucuya. Yazar olmak gayesinde biri için gidilebilecek yol hakkında çokça ipucu var, bir ip ucu arayanlar için...


Murathan Mungan, Faruk Ulay, Elif Şafak, Celil Oker, Pınar Kür... Beş yazarın Murathan Mungan'ın kaleme aldığı ilk metin üzerinden sıralı olarak yazdıkları bir roman "beşpeşe". Kitabın basit fakat ilginç sayılabilecek konusu her yazar tarafından farklı tarafa çekiştirilerek işlenmiş. Kurgu güzelliğinden ziyade zenginlik söz konusu kitapta. Yazarların üslup farkını görmek açısından okuyucu için ilginç bir deneysel çalışma olmuş; ancak benim asıl merak ettiğim, bu çalışma sırasında yazarların ne kadar eğlendiği...

Jul 4, 2008

Bera Yinal

Nicedir beklenen konuğumuz geldiler...E biz de haftasonu Aşti'de bulduk tabii kendimizi.Gittik gördük ki kolları yana açmış sakin bir bebek uyumakta...

Neris hanıma gelince...Bana kalırsa o henüz ne hissettiğini ayıramıyor. Hani böyle sevgi de var, ilginç de geliyor ,kıskanılası bir durum da arzediyor bebek onun için.O da bu şartlar altında biraz kararsız kalıyor tabii ne hissedeceği konusunda. Genel tavrı olumlu.
Kardeşime basmayın, fazla öpmeyin mikrop kapar, kucağınıza almayın biryeri acır, gibi laflar ediyor ve gelip gidip öpüyor.
 

Yine de hepimiz aşağıdaki bakışların anlamını merak ediyoruz tabii...
 
Posted by Picasa